Dışı güzel içi zehir kelimeler: Sloganlarımız

Her dönemin kendi şartlarına özel bazı kelimeleri vardır. O günün efkâr-ı umumiyesini yansıtır veya yansıtması istenir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı’yı yıkarken slogan olarak kullandığı kelimeler Hürriyet, Uhuvvet, Müsavat idi. Bunlardan geriye sadece Hürriyet kaldı. İstemedikleri düzen için ise “İstibdat” diyorlardı. Evet “İstibdat”a karşı “Hürriyet”. “Ya Hürriyet Ya Ölüm” ifadelerini duymayanımız yok gibidir.

Geçenlerde çıkan “Hür Adam” isimli Bediüzzaman Said Nursi’yi anlatan biyografik filmde “Ekmeksiz Yaşarım Hürriyetsiz Asla” gibi ifadeler o dönemin algısını göstermektedir.

Aydınlanma Hareketi
Batıda ise rönesans sonrası “aydınlanma” hareketi göze çarpar. Kiliseyi ve dini kaldırıp daha materyalist bir düşünceyle aydılandıklarını düşünmüşlerdir. Yani batıdaki aydınlanmanın altında din düşmanlığı yatar. Batı, Hıristiyanlığı dünya işlerinden tamamen çıkarmıştır. Batıdaki din düşmanlığını, kilisenin senelerce yaptığı zulümler ve engizisyon fırtınaları düşünülürse çok garip karşılamamak lazım. Fakat aynı anlamda aynı şeyi Osmanlı toplumunda yapmaya kalkışmak bir iyi niyet belirtisi olmasa gerek. Bizdekilerin yaptığı tamemen ezilmişlik duygusuyla oluşan bir taklitçilikten ibarettir.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünyamızdaki moda, dikta rejimleriydi. Franco İspanyası, Mussolini İtalyası, Hitler Almanyası, Lenin Rusyası başı çekmekteydi. Bunun yanısıra Avusturya, Japonya, Meksika, Yunanistan, Bulgaristan, Brezilya, Portekiz çeşitli şekillerde dikta ile idare olunuyordu. Kemalizm’de bu modaya uymuştur. İttihat ve Terakki’nin devamı olduğunu birkaç yazımda ifade ettiğim Kemalizm demek ki; bu “Hürriyet” sloganı sonrası oluşmuştur. Hürriyete kavuşmak isteyenler diktaya tutulmuş.

Hatırlarsanız Demokrat Parti’nin sloganı ise “Yeter”, “Söz milletin” ifadeleriydi. Çok basit algılanabilecek bu kelimeler o günün şartlarının oluşturduğu mana yoğunluğuyla insanları etkiliyordu.

Uzun süre “sol” ve “sağ” kavramları Türkiye’yi bir çok kardeş kavgasına sürüklemişken son 10 yıldır bu iki akımın temsilcilerinin “Ulusalcılık”ta birleştiğini görmekteyiz.

“Kemalizm”den söz etmek herkesi korkuturken, modası geçen rejimler ve “demokrasi” hareketleri sebebiyle taraftarları “komik” duruma düşmekteler.

Kelimelerin, sloganların ne ifade ettiğini iyi düşünebilmemiz için bu örnekleri veriyorum. Çünkü bu sloganların arkasından kitleler sürükleniyor.

Tunus, Mısır, Yemen, Suriye, Suudi Arabistan ve diğer arap memleketlerinde “demokrasi” kavramı ihtilallere sebep olmakta. Tunus düştü, Mısır düşmek üzere.

Bu sloganlarla kitleleri harekete geçirenler aslında neyi amaçlıyor. Kafa yorulması gereken ön önemli konu bu bence.

Şimdi birkaç kitaptan alıntı yaparak, “Aydınlanma “nın “Hürriyet”e yolculuğunu incelemek istiyorum:
Yukarıda bir miktar bahsettiğim sebepler batıda bazı entelektüellerin sosyopolitik konumundan inançlarına kadar  kiliseyi ve bütünüyle siyasal sistemi tarışmalarını sağladı. Bu değişim zamanla asalet esaslı feodalite ile Hıristiyanlık esaslı teokrasiyi kaldırdı. Seküler ve laik diye nitelendirilen yönetim anlayışları bunun bir ürünüdür.
İşte Avrupa’nın “aydınlanma” ve onun yol açtığı “medeniyet”” kavramlarında, dinden kaçışları haklı kılacak birçok sebep vardır. Doğduğu coğrafya itibarıyla laikliğin esas maksadı da budur: “Sosyopolitik alanda Hıristiyanlığı iptal.”

Immanuel Kant

Temeli materyalizm olan bu ideolojilerin en tesirlisi de, hemen hemen diğer bütün ideolojilerin de içine sızmış olan sözde milliyetçiliktir. Batı tipi milliyetçilik diyebileceğimiz bu ideoloji, ilkel toplumlarda görülen kavmiyetçiliğin, “modern” Avrupa’da “bilimsel” bir görünüm verilmiş halinden başka bir şey değildir. İslamiyet’in şiddetle reddetiği bu cahiliye dönemi adeti “aydın”lık sevdasına düşmüş bir avuç okumuş tarafından maalesef bizim memleketimizde de yaygınlaştırılmıştır.


Jean-Jacques Rousseau

Tanzimat  döneminde oluşturulan bu anlayış Batı’nın “aydınlanma” dediği anlayışın ta kendisidir. Osmanlı mülkünde Batı’daki gibi bir sosyopolitik yapılanma olmadığı için, din ya da din adamı karşısında hür olup olmamak gibi bir tercih problemi de yoktu. Ancak, devletin, Hıristiyanların ayrılık faaliyetlerini durdurmak ümüdiyle, ibadethaneler dışında herkesi birbirine benzeterek farklılıkları yok etmek yönünde baskı yapması hemen hemen bütün inançlardaki tebaa tarafından hoş karşılanmadı ve hürriyet arzusunun kökleşmesiyle sonuçlandı. Bu arzu, Müslüman mütefekkirlerle, dine değişik ölçülerde menfi bakışa sahip insanların bir arada bulunmasına yol açtı. Bir modernist Şinasi’nin yanı başında bir dindar Namık Kemal oldu. İttihat ve Terakki’de ise, kimi ateist, kimi inançlı (!!?) reformist olan; Abdullah Cevdet, İbrahim Temo, Talat Paşa ve Ziya Gökalp gibi modernistlerle dayanışma halinde; her biri samimi Müslüman olan; Said Halim Paşa, Said Nursi, İskilipli Atıf Hoca ve Mehmed Âkif (Ersoy) gibi iman erleri oldu. bu mümin insanlar, arzulanan hedeflere ulaşıncaya kadar diğerlerince kullanıldılar.

Osmanlı toplumunda bütün inançlar, her türlü saldırıdan korunarak hür bırakılırken Batı’dan gelen “Hürriyet”de aydınlanmak için her türlü inanca darbe vurmak hür bırakılmıştır. Bu durumu, modernistlerle birlikte “hürriyet mücadelesi” veren Müslümanlar, çok sonra anlayacaklardır. Dindarlarla modernistler arasındaki farklılık, İttihat ve Terakki içerisinde bilhassa Türkçülüğün ideologu Ziya Gökalp’ın katılımından sonra belirginleşmiş ve bu farklılık 1923 yılı Nisan ayında başlayan Büyük Millet Meclisi’nin ikinci döneminden itibaren adım adım oluşturulan “Kemalizm” ile daha da fazlalaşmıştır.

Yukarıdaki birkaç paragraf Hüseyin Dayı’nın “Milliyetimizin Dini Temeli ve Milliyetçiliğin Dinle Kavgası” isimli eserinden alıntı yapılarak yazılmıştır. 

Yorumlar